Kayıtlar

Yük veya Ev

Resim
Günlerdir evdeydi m. Gerçi  tüm dünya benimle aynı durumdaydı.  Üstelik o kadar uzun süredir neredeyse nefes almayı unutacak kadar çalışıyordum ki ;  ne yeni çıkan kitapları okumaya fırsat bulabilmiş ne de sinemaya gidebilmiştim. Evde olmak benim için bulunmaz bir nimetti ancak maalesef öyle olmadı. Sürekli gözüme sokulan kaydırmalı linklerden, aynı şeylerin farklı versiyonlarını görmekten de sıkılmıştım.   Sanki dünyaya bir bomba atılmış yazarlar ve yönetmenler bir hastalığa tutulmuştu. Ne okuduğum ne de izlediğim şeylerde beni tatmin edecek bir son ya da başlangıç vardı. Üstelik tüm bu saçmalık yetmezmiş gibi bir hafta önce henüz açılmamış koliler le dolu bir oda  bulmuştu m . Bu eve taşınalı nerdeyse bir sene  belki  daha bile fazla olmuştu.  Nasıl fark etmemişti m  koca bir odanın açılmamış eşyalarla dolu o lduğunu. Başlarda bu durum hoşuma gitmiş kendim e bir uğraşı bulduğu m  için sevinmişti m . Ancak sonrasında  evi içinde eşyalarla birlikte ateşe vermek  isteği doğmuştu içimde

Sevgi Emektir

Resim
Güzel ve  çirkindeki  canavar ,  bir prens olmasa ve bir şatoda yaş a masaydı; muhtemelen güzeli yerdi. Çocukken bize aşılanan mutlu sonlar acaba ger çek ten mutlu mu? Son zamanlarda bunu çok düşünüyorum. Küçükken izlediklerimiz, dinlediklerimiz, kurtarılmaya muhtaç prenseslerle dolu. Üstelik  filmlerde   de durum pek faklı değil. Uslanmaz çapkın adamlar bir anda, saf ve sakar kızlara tutulup değişiyorlar. İlişkileri başta iyi gitse   de başroldeki kadının mutlaka bir yerde canı acıyor. Sonrası bu hastalıklı adamı  iyileştirme  çabası ve mutlu son.  Bir kere değil defalarca kez bunu yapmış o adamlar, mutlu sondan sonra köşelerine mi çekiliyor? Cevabı hepimiz biliyoruz:Hayır! Peki  neden  h er  seferinde  masalların, filmlerin ve kitapların peşinden gidiyoruz. Her ilişkide bir tarafın diğerinden daha çok verici oluşu can sıkıcı.  “Ama onun bana ihtiyacı var!” peki senin, senin ona ihtiyacın yok mu? Dinlenmeye , sevilmeye, anlaşılmaya. Kendi ihtiyaçlarımı zı  ne çok insan için görmezden

Renkler

Resim
Kız çocuklarının ilk aşkları babalarıdır derler ya hani ...   İşt e o tam olarak öyle değil bence. Benim ilk aşkım dedemdi. Karizmatiktir, yakışıklıdır, bir kere gözlerinin içi güler, hayatı ve o hayatı yaşamayı çok sever.  Her sabah mutlaka birimizle uğraşmadan durmaz sonrada hepimizi kahkahalara boğar, en kötü günü bile neşeli hale getirir. ..  Yani getirird i. Hayat bazen bize karşı çok acımasız davranmıyor mu? Öyle ki bizden kıymetlilerimizi öyle bir çekip alıyor ki, biz hala onları anlatırken geçmiş zamanı kullanamaz oluyoruz. Küçükken dedemin ardından geçmiş zamanı kullanacağım hiç aklıma gelmezdi, o süper kahraman gibiydi benim için.  Dedem gittiğinde on sekiz yaşındaydım. Üniversite için başka bir şehirde ayaklarım üzerinde durmaya çalışırken bir yandan da yürümeyi öğreniyordum.  İşin ilginci yine destekçim dedemdi, bir şeye ihtiyacım olup olmadığını soran, seni seviyorum dediğimde en içten karşılığı bana veren   de oydu.  Sonra bir gün dedem hiç yapmadığı bir şey yaptı.  Nasıl

Kalan

Resim
Kaç yıl olmuştu onu görmeyeli? Beş mi? Altı mı? Yaşlanmış mıydı acaba? Kaz ayakları gözlerinin yanındaki yerini almış mıydı? Yeşil gözleri hala hüzünle mi bakıyordu yoksa nihayet aradığı huzuru bulmuş muydu?   Bensiz mutlu muydu? Aynadaki yansımam onsuz mutsuz olduğumu haykırıyor gibiydi. Üzerime tam oturan askılı kırmızı elbisemin beni ne kadar güçlü ve güzel gösterdiğine odaklandım. Henüz yeni boyattığım sarı saçlarım hafif dağınık bir topuzla ensemdeki yerini alırken kusursuz görünüyordum. “Mükemmel görünmelisin.” dedi içim. “Ne kaybettiğini görmeli.” dedi içimden başka bir ses.   Doğru ya terk etmişti beni, ne demişti giderken; “Yeni bir hayat istiyorum. Her şeye yeniden başlamak istiyorum.” Gözlerinde her zaman ki o hüzünlü bakış yoktu belki de ilk defa ne istediğini biliyordu.     “Amerika’ya gitmek benim için büyük bir fırsat olacak, düşünsene hep o hayalini kurduğum yerde olacağım.” İnsan bir ülkeyle nasıl savaşır? Savaşamaz, yeni bir hayat fırsatı yakalamıştı, beni

Kabuk

Resim
Tam üç hafta oldu yazmayalı. Bu süre zarfında başka platformlarda da paylaştığım pek bir şey yok. Ben en çok izledim; hayatı, insanları ve sanırım en çok Özkan’ı. Özkan kim, dediğinizi duyar gibiyim, o bizim evin bir ferdi. Kendisi bir kaplumbağa ve sanıyorum on üç yıldır bizimle. Hayatımda olmadığını hatırladığım bir an bile yok; ama hiç bir zaman yeteri kadar izlememişim, anlayamamışım onu. Son bir haftada anladım ki o, sadece bizim evin bir ferdi değil aslında pek çok şey anlatıyor ve öğretiyor. Yıllardır her sene bu zamanlarda değişmeye başladığı kabuğu nedeniyle çektiği acıyı görmek bizi hep üzdü. Canının yandığını düşündük ona acıdık kimi zaman. Şimdi dönüp bakınca yıllardır aynı kabuğun içinde yaşayan bizler, her sene kendini yenileyen acısıyla yüzleşense o. Artık sığmadığımız, sığamadığımız bir kabuğun kırılmaması için verdiğimiz bu mücadele ne için? Neden acıya direnip aynı düzende yaşamaya devam ediyoruz? Acı beraberinde iyileşmeyi getirmiyor mu? İyileşmenin nesi bu kadar kor

İki Lira

Resim
Bu bayramda uzun süredir her bayramda olduğu gibi yalnız uyandım. Eskiden işler böyle yürümezdi. Haftalar öncesinden başlanan bayram temizliğinde ablamla elimize tutuşturulan toz bezinden nefret eder ,  kaytarmanın bir yolunu arar dururduk. Bu telaşımıza kısacık bir ara verildiğinde bize mükâfat gibi gelen bayram alışverişine çıkardık. Ablam her sene aynı kırmızı ayakkabılar için tuttururken ben   de masanın altına saklanıp kilolarca Ece çikolatası yiyeceğim sabahı iple çekerdim.  Bayram sabahı babam; Bu gün bayram şarkısını söyleyerek ablamla beni uyandırmak için sabahın en erken saatinde jilet gibi takım elbisesiyle girerdi odamıza. “Baba ne olur beş dakika daha.”  yalvarışla rımızın sonu gelmek bilmez ,  annem odaya gelmeden kalkmanın o sıcacık yatakları bırakmanın yolunu arar dururduk. Nihayetinde bunu beceremediğimizden annem odaya girdiği anda zıpkın gibi dikilmiş olurduk yatakta. Babam bu halimize gülerken annem yalandan olan öfkesini yüzünden siler her  bayram  yaptığı gibi biz

Süreyya

Resim
Siz beni tanıyorsunuz aslında… Yanılıyorsunuz. Siz sadece her sabah ekranda gördüğünüz görüntümü biliyorsunuz. Ben, o değilim. Bu gün bir konuğum yok, size kendi hikâyemi anlatacağım. Yayına hazırlanmadan iki dakika önce öğrendim ki babaannemi kaybetmişim. Siz güler yüzlü olduğuma bakmayın gülerken insan nasıl ağlar çok iyi öğrendim. Ben Süreyya Koçan. Üç yaşında annesi ve babası tarafından terkedilmiş bir çocuğum. Evet, çocuğum çünkü büyümek için hiç şansım olmadı. Önce ananem ve dedem almış beni yanlarına… Onları hayal meyal hatırlıyorum aslında, onları kaybettiğimde dört yaşındaydım. Artık yavaş yavaş yaşananları fark ediyordum. Ev kalabalıktı insanlar bağıra çağıra ağlıyor birbirlerine sarılıyorlardı. Kimse bana sarılmadı, kimse bana ne olduğunu anlatmadı. Ev kalabalıktı… Sonra biri elimi tutu, yaklaşık yarım saat öncesine kadar da hiç bırakmadı. Artık ellerimi tutacak kimsem kalmadı. Artık büyümem gerek, büyüyebilmek için anlatmam gerek… Ben Süreyya Koçan… Hiç kimsenin s